Hem Yaşasak, Hem Ölsek…

Hem Yaşasak, Hem Ölsek…

Nisan yağmuru… Bu kaçıncı nisan, bu kaçıncı yağmurda değişen havaya karşı şaşkınlık…
Her seferinde, her olayda, her olumsuzlukta, her istemediğimiz bir şeyi yaşarkenki olduğu gibi… Yine ve yeniden şaşkınlık… Her yalana kanar gibi, her içişte sıcak bir bardak çayı; dilin yanar gibi; her seferinde bizi yanıltan dostun darbesinde sarsılır gibi… Hala bir alışamamazlık var ruhumuzda hala şaşırılınabilen bir hayat, safça görmekten kaçış… Hala ”a, sen de nereden çıktın geldin” der gibi; Tam da bahar geldi derken yağmurla gelen soğuğa… Ve istekler, istekler… Hem güneş açsa, hem yağmur yağsa…

Hem bahar gelse, hem yeşile doysa gözbebeklerimiz, hem maviye kansa ruhlar, çiçeklense düşlerimiz… Her yüreğe bir kelebek konsa, rengarenk; kırmızı, pembe, beyaz, ömrü bir günlük de olsa, uçuşsa kelimelerde… Hem bahar olsa, hem yağmur yağmasa, soğuk olmasa…

Hem yaşasak, hem ölsek, hem nefes alıp hem unutsak, hem unutup hep hatırlasak… Dilediğinde açsan gözlerini sabaha, dilediğinde kapasan dünyaya….Hem sevgi olsa, hem aşk, hem vefa, hem de hep ömür boyu sürse,hiç tükenmese, tüketmese, tüketilmese,eskimesek, eskitmesek …

Ölür gibi yaşamasak, son nefesi verirken de; yaşar gibi ölsek…

Olsaydı her istediğimiz, dilediğimiz gibi bir yaşamda sürüklenseydik, yine de daha fazlasını ister miydik..? Yine sızlanır mıydı diller, yine başka, daha başkalarını, daha fazlasını diler miydik?.

Gerçek olsaydı düşler, hayallerdeki gibi yaşansaydı her gün, her saat, yalansız, dolansız, çıkarsız, zulümsüz, sevgiyle; gülümseseydi insanlar; N’olur _du?…

ferkul

11nisan2010
22.05

Görebildiğim Bir Bahar İstiyorum

Görebildiğim Bir Bahar İstiyorum

Taktım kafaya… Evet bir şehirde yaşarsan baharı göremezsin, hissedemezsin, dokunamazsın ellerinle… Şöyle bir bahar sabahı uyandığında pencerene yaslanmış bir ağaç dalı da olmaz mı insanın?.. Çiçeğiyle, kokusuyla bir badem, erik dalı günaydın deseydi, gülümseseydi en içten dostun gülümseyişinden sıcak… Bu kadar mı şehir demek, ağaçsız dalsız, çiçeksizlik demek?.. Bunu özellikle yapıyormuş insanlar, yeni duydum… Apartman önlerinde çocuklar toplanıp meyve kavgasına girişmesinler diye, meyveli ağaç dikmek istemiyormuş kimse…

Bu ne insafsız görmezden geliş masumiyeti?.. Mutluluk denilen küçük bahaneleri?..
Ve bu kaçıncı katliam duygusu hissettirilen?

Meyvesiz ağaç, çocuksuz sokaklar, apartman önleri, çiçeksiz bahar… Bazen düşünüyorum da hayatı anlamsızlaştıran yine biziz, resimlendiremeyen, renklendirmesini bilemeyen yine kendimiz… Kendine ettiğini düşmanı yapmaz insanın… Biraz olsun açık olmalı, biraz olsun adım atmaya hazır bir çift ayak, görmek için göz, duymak için yürek gerek… Patlamaya hazır bir bomba gibi cesaret!..

Yine mevsim bahar… Yine koşturmaca içinde insanlar… Küçük bir an ayırmadan kendine, gelip geçen mevsimlerin farkına varmamak için direnirken, baharın ilk çiçek açmış ağacını görmek, hissetmek, uğur getirir, yeni bir yaşama doğru bir yol açar, diyorum… Ve , istiyorum ki her apartmanın önünde bir kaç meyve ağacı sıralansın, çocukların sesi kuş sesleriyle yarışsın… Çocuk sesini dünyamızdan hiç eksilmesin!… Bize biraz masumiyet gerek!…

Bahar!.. İlk kez aşık oluyormuş gibi, ilk kez gülümseyerek dünyaya gözlerini açan bir bebek gibi… Pencere önü çiçekleri kadar sıcak bir bakış hayata… İlk bahar çiçeği, ilk nefes alış gibi…

Baharda baharı yaşamak…. Görmek, hissetmek, koklamak, duyumsamak dileğiyle…

Dışarıda gümbür gümbür bir bahar sesi…

Duyuyor musunuz?…

ferkul

(Üçtür baharı yazıyorum… Eğer bir gün şair olursam, bahar şairi diye anılmak isterdim…)

24mart2010
20.20

ÇOBAN ALDATAN ( ! )

ÇOBAN ALDATAN ( ! )

Bugünlerde en çok; havayı kokluyorum… Hava güzel, hava sıcak, hava güneşli… Böyle havalar koklanmak içindir… Böyle havalar alır senden sen_i… Samimi, yalansız, küfürsüz, sahtesiz…

Bugünlerde en çok; kuşların sesini dinliyorum… En güzel nağmeden bile ezgili, notasız, doğal… Kuş seslerinde buluyorum yaşama sevincini, sevda sözcüklerini, hasreti ve gerçek nağmeyi…

Bugünlerde en çok; toprağa dokunuyorum ellerimle, nasıl da canlanıyor, nasıl da fışkırtıyor içinden fidanları, nasıl da mutlu, mesut; yeniden doğuyor sanki… Kim başarabilir toprak kadar toprak olabilmeyi?…

Bugünlerde en çok; kendimi seviyorum, ne eş, ne dost, ne el ne alem!… Bütün sevdiklerimden sonra en çok bana ben lazım olanım BEN… Kim sevebilir en çok benden fazla BEN_i?…

Bu günlerde en çok_ ben varım!.. Ben var oldukça olmaya devam edecek gökyüzü!.. Ben varsam anlamlı her şey, ben yaşıyorsam yaşıyor toprak… Ben varsam can buluyor hayat!… Ben varken yaratılıyor gökyüzü!.. Ben varsam her şey var, umut var, hayaller var, gelecek var, mutluluk var!..

Var olmayı seçtim bugünlerde… Kendim için yaşamayı… Kendimi yok saymaktansa,var etmeyi… Eğer kendin olabiliyorsan diğerleri ve herkesle çoğabilirsin çünkü… Eğer SEN_sen; biz olmak çok daha kolay… Bizi yaşatmak kendini diri tutmaktan geliyor… BİZ olmanın yolu önce BEN, olabilmekten geçiyormuş meğer…

Yaşamak için yaşatmak için en çok bugünlerde içimdeki sesi dinliyorum… İçimdeki ses çok konuşuyor dışıma yansıtmadan… Yüzümde hüzün gölgeleri olsa da, ara sıra bir dalgınlık, çökkünlük hissiyle başım öne düşse de, bana beni bulduran bütün geçmişi, geleceği, pişmanlıkları da silip attım yüreğimden… Kendime kendi ettiğimden fazlasını kimse yapamazdı çünkü… Kim başarabilir BEN’ den fazla beni BEN’ den almayı?…

Bu günlerde en çok_ları yaşıyorum… Galiba ortalarda olmaktansa en çok_ların arasında kaybolmaktan iyisi yok gibi… Kimse SEN’ den fazla çoğaltamaz SEN_i!…

Çoğalmış yaşamlar arasından bir yol seçebilenlerden olmak, o yollarda karşılaşmak dileklerimle…

ferkul

29mart2009


Bir haftadır raporluyum… Ana kuzusu oldum… Kırkbir yaşında bir ana kuzusu… Derdimin, bungunluğumun, rahatsızlığımın depreştiği, kendimi kötü hisssettiğim her zaman aslında burada da sorunlar olmasına rağmen, çocukluğumun geçtiği bu evde huzur duyuyorum… Dinginlik bu galiba… Gelecekle bugünü, geçmişle şu anın içinde yaşarken dinginliği hissediş…

Her sabah 11_12 arası kalkıyorum, koca bir tembelim bir haftadır… Evdeki ve işteki koşuşuşturmadan sonra bu birdenbire gelen tenefüs ilk önceleri hoşuma gittiyse de sıkılmaya başladım… Hep çalışan bir bayan olmaktan sızlanırken, şimdi evde olmanın işe yaramama duygusunu yarattığına şahit oldum… Her gün aynı saatte ve geç kalkmak, bol ve rahatça çayını saatlerce içmek, internette dolanmak, perşembe pazarında gezerek tşört ve tayt almak, bir pastahanede oturup kardeşinle bir şeyler içmek, annemin yemyeşil bahçesinde çiçek açmış ağaçlar arasında gözlerine ziyafet çektirmek, küçük yeğeni sevmek, oynatmak, e hepsi güzel de, bir yere kadarmış…. Anladım…  Ben yoğun günler insanıyım, oturup tembellik etmeyi kendime yakıştıramadım bir haftada… Koşmalı, işe, okula, yemeğe, çocuklara, misafire, misafirliğe, yer silmeye, toz almaya…  Hareket sanırım benim yaşam tarzım olmuş ben farkına varmadan bu koşuşuşturmaca yaşamda kendime bir yer edinmişim…

Farkında mısınız? Kimi insan tembelliği seçer kendine, her günü düne benzeyen günlerde yaşarken hareketsiz ve üretmeden yaşamayı sever… Bu bazan benim de en çok istediğim şeydir, elimde olsa da saatlerce uyusam, otursam, çayımı rahatca içsem dediğim benim de çok olmuştur…  Ama her an çalışan ve üreten bir insan için bu birdenbire gelen tatil, akan suyun birden bire kesilivermesi gibi bir şaşkınlık, bir kuru tekdüzelik yaratıyor ve bunu benimsemek de gerçekten zor….

Bir de sanırdım ki boş vaktim çok olsa oturur saatlerce yazı yazarım… O da olmuyor, o koşuşuşturmaca yorgunluğu içinde illaki gecenin bir saatine sıkıştırılmış zaman diliminde yazılıyormuş… Her akşam oturup pc başında bir şeyler karalamaya çalışsam da kendim beğenmedim ki, kim okusun?.. Sildim attım…

Galiba yaşıyor olduğunu farketmenin iki yolu var; biri hayal kurabilmek, diğeri çalışmak ve üretmek… İster evde, ister işte, neredeyse kendini unutuncaya kadar yoğun bir şekilde koşmak…  Koşarken, yetişmeye ve yakalamaya çalışırken zamanı, daha bir yaşadığının farkına varıyorsun…

Hayal kurabilen, çalışan ve üreten insanlar olmak dileğiyle….

ferkul

19nisan2009

Sana yürümek yakışır şimdi

Sana dinginlik yaraşır, bana yalnızlık şimdi… Dönülesi yollardasın, uzanası kollardasın… Yoksulluktan nasibini almış sözlerin… Yorulmuşsun biteviye yaşarmış’lıklardan… Gibilere tutsaksın şimdi…  Donakalmış ufuklarda gözlerin… Uzak bakışlı, durgun sular almış yüreğini… Kendi sularında yitik kalmışsın,  kendi sılanda garip… Yaralarını sen sarar olmuşsun, kendine kanar, aynalara yakarır olmuş yüzün…

 

Dört duvar bir odaya   adımlarını saymış yürümek bilmez ayakların…  Her adım unutturmuş yaşamaktan  saydığın  duyguları… Bir adım, sevgiye, bir adım hasrete, bir adım geçmişe sayfa olmuş, unutulmuşsun… Dört duvar, dört çerçeve bu kadar mı hünerli?  Böylesi kayboluş yakışmamış sana… Topla duvardaki resimlerini, dışarıya at adımlarını.  Dışarısı bahar,  dışarısı   kan kırmızı gün batışı… Güneşten senden yana,   dünya sırtında taşıyor  yüreksizliğini…

 

Yılgın insanlar topluluğu  çevrelemiş yaşamını… Yılmaktan yanıldığını göremez olmuşsun… Her geçen günde  vazgeçerken  kendinden, bir parça eksilirken,  küçük bir yumak olmuş benliğin evrende, göremiyorsun… Bir çift göz gerek sana şimdi, bir  çift  yürek gerek, coşkun denizinde dalgalarıyla seni kaldıracak… Bir çift el gerek tutup kaldıracak…  Silkinip arın şimdi, topla kırık parçalarını dünyadan… Ellerinle yeniden  kur, yaşam denilen yanılgıyı…

 

Yakamozlar gibi,  coşkun sular gibi, çağla, haykır,  bağır bağırabildiğin kadar, kendini anlat, sevdanı  yazar gibi,  umuda kuşan zırhını… Açıl özgürlük denizine, yelkenlerin hep fora… Dik dur  kalkamazsın, , eğilirsen  … Yakışmaz sana düz duvarda yürümek…Yakışmaz sana durgun suda boğulmak…  Bütün yollar sana açık, bak. Bak da gör nasıl  gözler var sonbaharda bile, umuda çiçek açmış,  yaprak dökmemiş…

 

 

Sana yürümek yakışır şimdi, Kalabalıklar   yaraşır

Senin gitmediğin yollarda yürümek yaraşır bana;

                            senin kalabalığında yalnızlık……….

 

 

 

                                                                             ferkul

ÖZGÜRLÜK NEREYE DÜŞER

 

Bir küçük kar tanesiydi, bulutların arasında, özgürdü, her gün açıp kapattığı gözünün önünde serilip giden bir yaşamın içindeydi sadece… Nerede olduğunun, nasıl olduğunun önemi yoktu… Özgürlüğün, kar olup yağmanın ne olduğunu bilmeden yaşıyordu… Henüz düşmemişti toprağa, kokusunu bilmiyordu… Soğuk bir mevsimin parçasıydı, çimenlere düşmeyi düşünemezdi bile, görmemişti ki hiç, yaz nedir, sıcakta terlemek,baharda papatyalar arasına konmak nedir, anlayamazdı, düşleyemezdi bile… Yeryüzü onun için uzaktı, çok uzak, sadece bakıyordu, bakmanın anlamını düşünmeden seyrediyordu dünyayı… Koşuşturan insanlar, uçurtmasını savuran bir çocuk, evlerinin beyaz ışıkları içinde kararan yüzler… Hepsini yukarıdan izlemek hoşuna gidiyordu.Dokunmadan yaşamak, seyretmek, onun için en güzeliydi… En çok sevdiği de, güneşin doğuşunu bulutların arkasından gülümseyerek, sıcaklığını hissetmeden ışıltısını görebilmekti… Ne kadar doğasına ters de olsa, güneşi seviyordu, ayrı bir aşktı onun için ışığında kaybolmak, kızıllığında kendini bulmak, kaybedeceğini bile bile güneşe karşı bir kumar oynamak istiyordu sanki…

 

Bulutların arasında, milyonlarca kar tanesinden sadece biriydi, küçücüktü, aralarında kayboluyordu, kimse farketmemişti güzelliğini…Beyaz bir yüreği vardı, yüzüne yansıtmıştı rengini… Zaten başka renk de tanımamıştı, bir kendi beyaz saf rengi, bir de güneşin kırmızısı…

Soğuk bir kış günüydü, rüzgar titretiyordu bulutları, aşağıya baktı, sokaklarda insanlar üşüyordu, hepsi de bir an önce evine ya da sıcak bir ortama gitmek için acele ediyor, şapkaları , atkıları rüzgarda savruluyordu… Güneş saklanmıştı bir kara bulutun arkasına, baktı, baktı, göremedi… Soğuğu içinde hissetti, daha bir sertleşti yüreği…

 

Eski, çerçeveleri yıpranmış, yer yer kırılmış bir evin camında küçük bir çocuğa takıldı bulutların arasından bakarken… O da üşümüştü, belli ki içerde yanan sobanın alevi yetmiyordu küçük ellerini ısıtmaya… Küçüktü, henüz sekiz, on yaşlarında ya vardı, ya yoktu… İçeriye bir göz attı pencereden görebildiği kadar kar tanesi… Yalnız kendi ateşinde ısınan bir soba, bir televizyon, güneş renginde bir halı, kanapede yatan bir kadın… Dışarıyı içeriden görebilen, ama hasta, dermanı kalmadığı feri kalmamış gözlerinden belli olan bir kadın… Kimseleri yoktu belki de, kimbilir hiç de olmamıştı, soğuktan dolayı güçsüzleşen bedenine söz geçiremiyordu ki, ayağa kalkabilsin… İnliyordu, o inledikçe küçük çocuk yapacağı hiçbir şey kalmamış insanlar gibi çaresiz, pencere önünden dışardaki soğuğu izliyordu… Çok az yakacakları kalmıştı belki, soğuk günlere hazırlıksız yakalanmışlar , yoksulluğun verdiği sadece duaya sığınmışlığın gücü vardı ikisinin de gözlerinde… Dışarıda sert rüzgar camlara çarptıkça daha bir baharı, sıcak günleri umut etti çocuk… Düşünceleri bulutları yarıp geçti, kar tanesine ulaştı…

 

İçi acıdı kar tanesinin, bir yaz yağmuru olmayı diledi, bahar sabahı çiçekler üstüne düşen bir çiy tanesi ya da… Olabilseydi, şu mevsimi değiştirip hasta annesinin üşümemesi için yalvaran gözlerle gökyüzüne bakan şu çocuğun hayalini gerçekleştirebilseydi… Güneşe kardeş olup, baharı getirebilseydi, işe yaradığını, bir küçük yüreği mutlandırdığını bilerek daha bir sarılacaktı yaşama…

 

Bulutların arkasına gizlenmiş, soğuğa, kendisini bekleyen umutlara aldırmadan mevsimi gelip de, zamanında doğmayı bekleyen güneşe yalvardı kar tanesi… ‘Çıksan ortaya, kavursan sıcağınla, yokluğu kaldırsan ortadan, ışığınla diriltsen şu hasta kadını, küçüğün gözlerine umut olsan, ne olurdu?..’ O sırada bulutlar arasına giren rüzgar diğer kar tanelerini alıp yeryüzüne doğru savurmaya başlamıştı… Pencere önündeki çocuk her tanede kaybolan umutlarını gördükçe, üşüdü, üşüdü… Annesi daha çok inlemeye başlamıştı, soğuğun yağan kara rağmen arttığını hissetti belki de… ‘Bir güneş çıksa dedi, kısa, küçük bir bahar gelse, ayağa kalkabilsem, toparlasam kendimi, ne iyi olurdu, yaşama direnebilmek için.’

 

Bir küçük kar tanesiydi, bunca umutsuzluğa karşı ne kadar gücü vardı ki güneşe yetebilsin, dert anlatabilsin… Yine de yalvardı , ‘seninle birlikte doğalım, umut olalım yeryüzüne… Şu küçüğün gözlerine ben yağsam,annesine derman olsan sen de, erken getirsen bu yıl baharı, ne kaybedersin ? ’dedi…

 

Güneş baktı eski eve, penceredeki çocuğun gözlerindeki hüznü gördü, küçük yüreğinin karanlığı içini acıttı… Gülümsedi kar tanesine, ‘ya sen, benimle birlikte doğarsan sana ne olacak?’ dedi… Bulutların önüne geçti, rüzgar savurdu kar tanesini. Yere düşmeye başladı, yumuşacıktı, beyazdı, küçük bir kar tanesiydi… Bahar getiren, çocuğun ve yoksul annesinin yüreğine umut olan bir küçük kar tanesi…

 

Doğdu, eski evin karanlığı ışığıyla aydınlandı, küçüğün pencereden gökyüzüne uzanan sevincine umut oldu, minik ellerine bir kar tanesi düstü… Sıcaktı, yumuşacıktı…

 

Bir küçük kar tanesiydi, bulutların arasında, özgürdü, her gün açıp kapattığı gözünün önünde serilip giden bir yaşamın içindeydi sadece… Nerede olduğunun, nasıl olduğunun önemi yoktu..

 

Bir küçük kar tanesiydi, güneşle doğdu, eridi…

                     

                          ferkul

 

              20mart 2008

 

                                      02.10

HOŞGELDİN GÖZLERİME ÇİÇEK AÇMIŞ BAHAR!

      

HOŞGELDİN GÖZLERİME ÇİÇEK AÇMIŞ BAHAR!

22/4/2

                                                                  (bir yılda çok şey değişti,

hiç bir şey değişmedi,

değişen ve değişmeyen

her şey içinde

 hala ben varım,

buradayım…)

            

BAHARA DAİR

 

Gerçek baharlar  burada yaşanmıyor.Çiçek açsa da beton duvarları arasında bir kaç ağaç.. Baharın ortasında bulamıyorsunuz kendinizi.Güneşi getiren  hiç bir gün, baharın neşesinden yana hiç bir çiçek açtırmıyor yüreklerde.Halbuki neşesiz bahar , solgun bahçelere benzer…Suyun içinde canlanmayan renksiz, ölgün, cansız yaşanmış gibi, yaşanır ,geçer günler…Gidişi kadar gelişi de sessiz olur, bütün çocuk seslerinde, yarım kalmış çocuk oyunlarında  kaybolur gülümseler…Dışarıdan izlemek gibi bir filmi, pencerelere yapışmış yüzler  gibidir kalabalıklar içinde, yalnız, yaşanan baharlar…

Hafta sonu  hasret gidereyim dedim sevdiklerimle.Aldım kendimi benden bile habersiz,, çıktım yola.Gerçek baharı gördüm yemyeşil  dağların,ovaların arasında uzanan yollarda.Baharı  duydum sessizliğinde canımdan can olanların…Sevdiklerimin yüzünde gördüm çiçek açmış ağaçları…Çağlaya dönmüş bademler daha ben çiçeğini görmeden.Hasretim yeşertti içimde kalmış bir kaç bahar kırıntısını.Annemin küçük  bahçesinde gördüm bu yılın baharının geldiğini.Sevdiklerinle birlikte  olduğun her yer bahar mevsimidir… Her an güneşli bir mevsimi yaşarsın gülümsemelerde…Gerçek baharı onların gözlerinde bulabilirsiniz, çiçek açmış masumiyeti ,saflığı, sığınılacak tek limanı,ancak annenizin yılların yorgunluğu yansımış yüzünde okuyabilirsiniz, şefkati ,katışıksız sevgiyi.

Unuttuğum bir şey var, diyordum günlerdir…Duyumsayamadığım bir mevsimi yaşarken dışarıda insanlar.Eksik olan bir şey vardı bulup da kaybettiğim.Güneşinde ısınamadığım, çiçeğinde kendimi koklayamadığım bir bahar gelmişti sanki.Gelmişti de, sanki gidivermişti birden, kendini saklayıp, kem gözlerden sakınarak…Bulunmak ister gibi bir kayboluşu oynadım yıllardır…Çiçekleri yüzlerinde açmış insanlara susadım. Baharı yüreğinde taşıyan insana rastlamak için iz sürsem de, kışlar, yazlar ve mevsimler ortasında kaldı kalabalıklarım.Onu aramaya başladım bu baharda..Sanırım bu kez buldum da…

Halbuki gerçek bahar bütün masumiyetiyle sevenlerin yüzlerinde çiçek açmış bekliyor…Siz müsaade ettiğiniz sürece görebileceğiniz rengarenk açmış çiçekleri. Karar verdim, açtım gözlerimi, baharı görmek için  sevdiklerimin gözbebeklerinde apaçık…

 

Ne de güzelmiş bu yıl bahar!

Ne güzelmiş  içeriden de duyabilmek  kokusunu .

 

 Yüreğinizi açık tutun  bahara,

 siz görmeye başladıkça  o,

       saklanmayacaktır…

 Gerçek  bahar dışarıda kalmayandır,

       kalabalıklarda yaşanmayandır…

   

  HOŞGELDİN GÖZLERİME ÇİÇEK AÇMIŞ  BAHAR!

                              

      HOŞGELDİNİZ  BAHAR YÜREKLİ İNSANLAR!

                              

                            

                                                                            ferkul

 

 

                                                                        26.04.2007